Salgınlar Çağı: Pandemide Sağlık programının ikincisinde Osman Elbek ve Kayıhan Pala, salgında Türkiye’deki son durumu ele aldı.
(20 Mayıs 2021 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı: Pandemide Sağlık programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Merhabalar Osman Elbek ve Kayıhan Pala, hoş geldiniz!
Osman Elbek: Merhabalar herkese!
Kayıhan Pala: Günaydın, hoş bulduk!
Özdeş Özbay: Günaydın!
ÖM: Böyle ağır bir ortam içinde haberler yapmaya çalışıyoruz. Evet, araya tatiller filan girdi, sizin program hakkında konuşma fırsatı da bulmadık. ‘Salgınlar Çağı, Pandemide Sağlık’ta aslında esas itibariyle bu programın amaç ve tasarımı konusunda birkaç kelime edebiliriz belki. Özellikle Türkiye ağırlıklı olarak siz de zaten çok yakından takip eden iki sağlık görevlisi olarak diyeyim bunları ileteceksiniz ama tabii dünyadaki gelişmeleri, aşı durumlarını, vs. pandemide benim esas ilk kelime olarak da söylemek istediğim şey belki de en önemli bana görünen yani en azından naçizane yeterince haber alamamak. Bu konuda bu programın büyük faydası olacağını ümit etmekteyiz. Siz ne dersiniz?
OE: Evet bizim açımızdan da zaten daha önceden Korona Günleri’ni izleyen sadık dinleyiciler olarak bunun Türkiye’ye ayağını biraz daha yetkinleştirmek, dünyadan kopmadan, sağlıktan kopmadan Türkiye’de pandemi sürecine daha yakından bakmak istemiştik. Sevgili Kayahan’la birlikte zaten öteden beri Türkiye sürecini izlemeye çalışıyoruz. Böyle bir katkı sunabilirsek bizim için de Açık Radyo için de ne güzel olur demiştik.
KP: Bir de şöyle bir şey var paylaşmak isterim, hem Türkiye’de hem dünyada çok ciddi bir bilgi kirliliği var. Yani insan gerçekten hayret ediyor. Örneğin dün belki siz de görmüşsünüzdür, sosyal medyada İsveç’in PCR testi yapmaktan vazgeçtiğine ilişkin bir haber binlerce kez dolaşmış durumda. Gerçeklikle ilgisi olamayan, bir takım böyle bilgi kirliliğinin önüne geçmek için de elimizden geldiğince bu programda katkı sunmaya çalışacağız.
ÖM: Bence de en temel noktalardan bir tanesi çünkü bunun gibi ölüm kalım meselesi olan ve gerçekten trajik, dramatik boyutları olabilen bir pandemide en önemli şeyin geniş çapta bilgilenmek ve ona göre davranabilmek olması gibi görünüyor. O yüzden de bu program tabii çok inşallah devam edebiliriz böyle bilgilendirmeye.
OE: Sevgili Ömer Bey, her ne kadar programımız pandemi öncelikli olsa da biraz önce sizin girişte de ifade ettiğiniz gibi bu İsrail-Filistin sürecine de gözlerimizi kapatmamak lazım. Adına ister savaş deyin ister düşük yoğunluklu çatışma deyin ister olağandışı dışı durum deyin, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın silahların konuştuğu yerlerde sağlığın, yaşamın olmadığını ve savaşın halk sağlığı sorunu olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor herhalde. Bu cümle bu kadar kolay kurulamıyor bu topraklarda ama bir kere daha bunu ifade etmek lazım.
ÖM: Çok önemli, çünkü biraz önce de sözünü etmeye çalıştık, yani çok inanılmaz doktorlara, sağlık çalışanlarına hedef alınarak yapılan saldırılar ve öldürmeler olduğunu da biraz önce söyledik. Yani bundan daha vahim ne olabilir diye düşünüyor insan yani.
KP: Kesinlikle, sağlığın ön koşulunun barış olduğunu, çatışmalardan uzaklaşmadıkça sağlıkla ilgili bir sürecin yürütülemeyeceğini bir kez daha vurgulamak lazım.
OE: Belki pandemi bağlamında Filistin’in aşısız da bırakıldığını hatırlatmak lazım. İsrail gibi ülkesindeki insanların büyük çoğunluğunu aşılayan bir ülkenin yanı başındaki insanlara gözlerini kapaması, sırtını dönmesi ve onları aşısız bırakması hakikaten insanlık açısından sorgulanması gereken bir durum.
KP: Çok haklısın Osman, üstelik aynı coğrafyayı paylaşıyorlar. Gerçekten inanılır gibi değil. Bu bir insanlık suçu artık.
ÖÖ: Zaten Filistin yönetimi kontrolündeki bölgelere herhangi bir ilaç giriş çıkışı ya da aşı giriş çıkışı da İsrail’in kontrolü altında.
ÖM: Zaten dünyanın en kalabalık yerinden bahsediyoruz yani açık hava hapishanesi denilen ve sağlık sistemi bir yana bütün sistemleri de çökmeye yakın ve 2 milyon insanın da aslında açlıkla ve hastalıkla baş başa kaldığı bir durumdan bahsediyoruz. Ortaçağ gibi yani!
OE: Geçen hafta da Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Başkanı dünyadaki bu aşı eşitsizliğini bir tür ‘apartheid’ rejimi olarak tarifledi. Gerçekten artık ötekilerin tümüyle yaşam haklarının yok edildiği bir sürece doğru evriliyor dünya. Ancak bu olumsuzluğun yanı sıra iyiye giden bir şeyler de var. Biliyorsunuz her Salı DSÖ durum raporu açıklar, bu Salı’daki raporunda dünya için olumlu cümleler var. Dünya genelinde vaka sayılarının %10’ların üzerinde azalması mutluluk verici bir şey. Geçen haftayı Hindistan, Brezilya ve Amerika sıralamasıyla ilk 3 ülke olarak geçti. Türkiye’ye dair de daha umut verici gelişmeler oldu. Geçen hafta haftalık yeni vakada Türkiye Fransa’dan sonra Avrupa’da ikinci, dünyada sekizinci konuma geriledi. Gerilemek iyi bir şey aslında. Çünkü dünyada ilk 5’teydik. Haftalık vaka sayılarında günlük ortalama 13 bin sınırına düştü ki bir önceki haftaya oranla %46 oranında ciddi bir gerileme anlamına geliyor. Ve dünyada düşüş, gerileme oranı açısından birinci sıradayız. Bizim kadar hızlı düşen, vaka sayısını azaltan başka bir ülke yok. %46 gibi vaka sayısında inanılmaz bir düşüş Türkiye’yi önemli bir hastalık yükünden kurtardı. Biz bunu tedavi edici hekimler olarak yaşamımızda gördük, görüyoruz. Hastalara artık yetişebilir hale geldik. Bu çok önemli bir şey; salgını kontrol altına almak başka bir kavram, sağlık hizmet yükünün aşılmamasını sağlamak başka bir kavram. Türkiye’de ikinci ve üçüncü piklerde ne yazık ki sağlık hizmet yükü aşıldı. Biz aslında bu %46’lık düşüş oranı ile sağlık hizmet yükünü aşan kısmını törpüleyebildik sadece ve hastalarımıza yetişebilir hale geldik. Buna kontrol diyebilir miyiz Kayıhan bir halk sağlığı bakış açısıyla?
KP: Maalesef diyemeyiz Osman çünkü senin de belirttiğin gibi Türkiye bu pandemi sırasında salgını kontrol altına alma stratejisi yerine ağırlıklı olarak hastanelerin ve yoğun bakımların hastaları karşılayabileceği bir stratejiyi tercih etti. Salgını kontrol altına almak denince uluslararası olarak kabul edilen epidemiyolojik ölçütlere bakmak lazım. Burada uzun uzadıya konuşmayayım ama birkaç ölçütü anımsatmakta yarar var. Öncelikle yaptığınız test sayısı çok önemli. Her 1000 kişi başına günde 5’in üzerinde test yaparak süreci değerlendirebiliyorsanız bu önemli bir adım. Bunun Türkiye açısından anlamı günde 450 bin civarında test yapmaktır. Oysa senin de dediğin gibi bu rakama hiç ulaşamadık, bazı günler 320 bin civarında bir test oldu ama genellikle 200 bin sınırında. Hatta bazen 1000 kişide 2’nin altındaysa salgının değerlendirilemeyeceğini söyleyen bilimsel yaklaşıma rağmen 180 binin altına düştüğümüz günler dahi oldu ve bu süreci değerlendirmekte zorlandık. Dolayısıyla test sayısı önemli, ikincisi test sayısıyla birlikte haftalık ya da 14 günlük yeni olgu görülme sıklığına baktığımızda haftalık eğer değerlendirme yapacaksak 100 bin kişi başına 10’dan daha az olgu gene ortaya çıkması beklenir. Bunun en az 1 hafta boyunca sürmesi beklenir ki bu sayı da Türkiye için 1200 civarındadır. Yani 1 hafta boyunca günde 1200’ün altına düşürmeden yeni olgu saptamış olabiliyorsak o zaman salgının kontrol altına alındığından söz edebiliriz. Bir başka ölçüt de yapılan testler içerisinde test sayısı azaltılmaksızın pozitif bulunan olguların oranıdır, ki bunun da %3’ün altına düşmesi beklenir. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde Türkiye’nin geçtiğimiz 14 ay boyunca salgını kontrol altına alamadığı, birinci dalgayı tamamıyla söndüremediği, birinci dalga içerisinde zaman zaman tepe noktalarının karşımıza çıktığını söylemek mümkün.
ÖM: Bu özetten önemli bir gerileme durumu yani ilerleme anlamına gelen bir gerileme oluyor hastalık vaka sayısı ve vefat sayısı açısından iyi bir durum var. Buna rağmen de kontrolde buna paralel bir gelişme yok diyoruz yani?
KP: Bakın son zamanlarda 60 binlerden 10 binler civarına düşen bir günlük doğrulanmış olgu sayısıyla karşı karşıya kaldık. Bu çok sevindirici bir şey. Osman oranları verdi, gerçekten biz de memnuniyetle görüyoruz. Ancak bunu söylerken test sayısında da 320 binlerden 200 bin sınırlarına kadar azaldığımızı aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Geçen programda söz etmiştik, Türkiye’nin test politikasıyla ilgili de sorunlar var. Ancak ölümlerle ilişkilendirmek söz konusu olduğunda günlük doğrulanmış olgular yerine ağır hasta sayısındaki değişime bakmak gerekir. Örneğin Türkiye o kadar yüksek oranda günlük doğrulanmış olgularda bir azalma yaşarken ağır hasta sayısı karşılaştırmasında oranlarımız daha sınırlı. Günlük ölümler de ağırlıklı olarak ağır hasta sayısıyla ilişkili. Dolayısıyla daha önümüzde epeyce bir yol olduğu anlaşılıyor.
OE: Senin tariflediğin ölçütlere göre bakarsak Kayahan, 100 binde 10 vaka olması gerekir bir kontrolden söz edebilmek için. Türkiye ortalaması bugün itibariyle 100 binde 107 yaklaşık 10 kat daha fazla. Erzurum ise en yüksek ilimiz; 100 binde 192. En iyi ilimiz olan Şırnak bile kontrol ölçütünün üstünde; 100 binde 27. Yani en iyi olan Şırnak bile aslında salgın açısından kontrol altında olan bir il dememek gerekiyor. Bugün itibariyle Türkiye’de yaklaşık 50 milyon insan çok yüksek riskli bir ilde yaşıyor. Özetle geçmişe oranla azalma kaydetmekle birlikte hâlâ kontrolden çok uzağız. Bunu aslında sağlık hizmet kapasitesiyle ölçtüğümüz zaman daha iyi görebiliyoruz. Sağlık hizmet kapasitesinin aşılması aslında ölümlerle ölçülen bir süreç olarak tariflenebilir. Örneğin geçen haftayı biz günde ortalama 256 vefatla geçtik -ki bu Avrupa’da Fransa’dan sonra ikinci konuma taşıdı bizi. 1 Mart, hani ilk ‘normalleşme’ ifadelerinin atıldığı günden 17 Mayıs’a kadarki süreç içerisinde 16 binden daha fazla insanı biz covid19’dan kaybettik -ki bu, günde 208 ölüm anlamına geliyor. Bütün pandemi boyunca yaşanan 3 ölümden 1’isini 1 Mart’tan bu yana kaybettik. Çünkü sağlık hizmet kapasitesi aşılmıştı, çünkü hastalara yetişemiyorduk, yatması gereken hastaları evde, yoğun bakımda izlenmesi gereken hastaları serviste izliyorduk. Ve bu durumun bedeli çok ağır oldu. 1 Mart’ta vaka sayısında 12 bin sınırlarındaydık. Aşağı yukarı bugün aynı düzeydeyiz. Ancak arada yaşanan pik, binlerce insanın ölümü anlamına geldi.
KP: Osman bir şey sorabilir miyim?
OE: Tabii.
KP: Zaman da sınırlı olduğu için güncel bir gelişme var bu tedavi süreçleriyle ilgili. Aslında biliyorsun bir tedavisi yok bu hastalığın ama kullanılan bazı ilaçlar var. O ilaçlarla ilgili Türkiye’de de bir düzenleme yapıldı, ne dersin bu yeni yapılan düzenlemeye? Hidroksiklorokinin rehberden çıkarılmasıyla ilgili söylüyorum ve mümkünse biraz da favipiravir ile ilgili konuşalım.
OE: “Nihayet” diyorum. Aslında hidroksiklorokinin macerası Haziran 2020’de tüm dünyada bitmişti. O tarihte etkili olmadığına dair çok ciddi bilgilere ulaşılmıştı ve Haziran 2020’den itibaren tüm dünya hidroksiklorokini tedavi rehberlerinden çıkarmıştı. Çok nadir ülkelerden biriydik hâlâ tedavide ısrar eden. Hatta TTB’nin 6. ay raporunda halen şu an Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu Üyesi olan sayın Şimşek Yavuz da çok detaylı bir tedavi görüşü yazıp hidroksiklorokin’in rehberin dışına çıkartılmasını istemişti. Ancak ısrarla Sağlık Bakanlığı süreçten yarar gördüğünü ve olumlu yayınların da geleceğini ifade ediyordu. Bugün itibariyle geldiğimizde hiçbir olumlu yayın Türkiye’den çıkmadı. Bilakis benim de içinde olduğum yazarların yayınladığı ve Türkiye’de yayınlanmış en geniş vaka serisini, 1500 hastayı aşan bir vaka serisine göre de hiçbir tedavi ölümü engellemiyor. Bu yüzden ‘neden çıkarıldı?’ değil, ‘neden bu kadar geç çıkarıldı?’ sorusunu sormak gerekiyor hidroksiklorokin için. Favirpravir için de benzer bir süreç var; ölümü engellemediğini tüm dünya biliyor. Kullananlarda bir gün daha az ateş olduğuna dair çok zayıf kanıtlar var. Ama asıl soru belki de şu: Favipiravir ve hidroksiklorokine vereceğimiz ekonomik kaynakları, insan gücünü -filyasyon çünkü bir ilaç dağıtmaya dönüştü- biz daha akılcı politikalar ayıramaz mıydık? Aşıya ayıramaz mıydık örneğin? Çünkü önümüzde bir varyant sorunu var Kayıhan değil mi? Tüm dünyayı kasıp kavuruyor şu an...
KP: Çok haklısın, yani 1 hafta 10 gün öncesine kadar DSÖ 3 endişe verici varyanttan söz ediyordu, hepimizin bildiği İngiliz, Afrika ve Brezilya varyantları. Sonra Hindistan varyantının endişe verici varyantlar listesine eklediler. Birkaç gündür de Fransa’daki daha önce izlenen bir varyantın yeni bir endişe verici varyant olma potansiyeline dikkat çekiliyor. Ne yazık ki biz ülkemizde hangi varyantın ne kadar etkili olduğuna ilişkin bir bilgiye sahip değiliz. Çünkü Türkiye günlük doğrulanmış olgular üzerinden sistematik olarak bir genetik analiz yapmıyor. Oysa elimizde bu analizleri yapabilecek laboratuvarlar, insan gücü, donanım her şey var. Türkiye’nin de ivedi olarak İngiltere’nin yaptığı gibi bütün laboratuvarları bir havuzda toplayıp bir konsorsiyum oluşturarak hızlıca hangi varyantların nerede etkin olduğunu ortaya koyacak bir organizasyona gitmesi ve buradan alacağı bilgileri standart bir sürveyans izleme prosedürüne dönüştürerek ivedi olarak önlem alması gerekecek. Yoksa önümüzdeki aylarda birçok ülkenin yaşamaya başladığı sıkıntının bir benzerini bizim ülkemizde de yaşama olasılığımız maalesef var.
ÖM: İzninizle ben de bir cümle ilave edeyim. Bu Hindistan varyantı konusunda Britanya’nın, İngiltere’nin oldukça başarılı olduğu önce görülüyordu bu aşılamada, vs. işte azalttığı... Fakat şimdi Hindistan’dan bir anlaşma yapma peşinde olduğu belirtiliyor Başbakan Boris Johnson’ın. Bu anlaşmayı yapabilmek için Hindistan’dan gelecek yolculara, herhangi bir kimseye sınırlama olmadığı karantina, vs. dahil olmak üzere bunun da tekrar muazzam bir yeni dalgaya yol açabileceği Britanya için de söyleniyor ve yazılıyor. Britanya basınında ve George Monbiot’nun yazılarında çok net olarak görülüyor. Bunu da herhalde ayrıca konuşacağız tekrar.
KP: Çok haklısınız. Burada hemen bir parantez açayım, iki gün önce British Medical Journal’da da yayınlandı. Bu hükümetin yaklaşımının ülkeye çok büyük zarar vereceğine dikkat çeken bilimsel birtakım makaleler yayınlanıyor ve hatta siz de okumuşsunuzdur, bir parlamentonun bu konuda, özellikle İngiltere’nin yaptığı hataları izlemek üzere bir komisyon oluşturması önümüzdeki günlerde bekleniyor.
ÖM: Evet.
OE: Yine ben son olarak DSÖ’nün 18’inde yayınladığı durum raporu verisinden ifade edeyim. Hindistan varyantının Türkiye de dahil olmak üzere dünyada bulunduğunu ifade ediyor. Bu varyantın 3 ayrı alt tipi var; birinci tipi dünyada 41 ülkede, ikinci alt tipi 48 ülkede, üçüncü tipi 5 ülkede var. Türkiye’nin de dahil olduğu 9 ülke ise alt tip tayini yapamıyor ama varyant bulunuyor. Günlük 2.200 vakaya inmiş İngiltere bile en son açılım politikasında Hindistan varyantı nedeniyle son adımı atmayacağını ifade ediyor. Hal böyleyken 11.000’i aşmış vaka sayısına sahip bir ülke olarak, hem de genomik analiz sık yapmayan bir ülke olarak, Hindistan varyantının önümüzdeki süreçte ciddi probleme neden olabileceğine işaret etmek gerekiyor...
KP: Osman iki rakam vereyim, örneğin İngiltere bugüne kadar 450 binin üzerinde gen analizi yaptı. Peki Türkiye’de bu sayı kaç? 4 binin altında. Dolayısıyla biz gerçekten haritalandırmayı gen analizi üzerinden yapmakta geciktikçe önlem almakta da sıkıntı yaşayabiliriz. Bir kez daha vurgulamak istiyorum.
ÖM: Evet çok büyük bir fark var gerçekten, tüyler ürpertici.
OE: Yine de umutla bitirelim mi Kayıhan? Hayat varsa, yaşam varsa umut da olacağına dair bir vurgu yapmak ister misin? Şarkı bu hafta sendendi.
KP: Elbette sevgili Osman. Çok açık ki bu pandemiyi hem Türkiye’de hem dünyada bitireceğiz. Bundan hiç kuşkum yok ama ne kadar az hasarla bitirebilirsek, ne kadar az insanın hastalanmasını sağlayabilirsek, ölümleri engelleyebilirsek o kadar iyi olacak, telaşımız bundan. Bugün Sezen Aksu ve Tarkan’dan bir şarkıyla programımızı sonlandırıyoruz. Biliyorsunuz Sezen Aksu ve Tarkan’ın aralarında bulunduğu bazı sanatçılar 2020 yılında paylarına düşen telif gelirlerini almayıp pandemi sürecinde işsiz kalan müzisyenlere dağıtılmasını istediler. Bunu önemli bir dayanışma örneği olarak görüyoruz. Anı zamanda her iki sanatçı yine biliyorsunuz İkizdere’deki doğa tahribatına tepki gösterdi ve yöre halkının başlattığı direnişe destek verdi. Biz böylesine duyarla sanatçıların ülkemizde olmasından büyük bir mutluluk duyuyoruz. Bugün sözü ve müziği Sezen Aksu’ya ait bir şarkıyı seslendirecekler. Yine içimizi acıtan, öyküsü olan bir şarkı. Anımsarsanız Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Şenlik köyünde 12 yaşında bir çobandı Ceylan Önkol ve 28 Eylül 2009 günü koyunlarını otlatırken üzerine düşen bir havan mermisiyle yaşamını yitirdi. Sanatçılarımız diyorlar ki “ne havan topu ne mermi, sen de vuruldun, ben de” çocukların ölmediği bir dünya için.
ÖM: Düzenleme de Yaşar Gaga’ya ait yanılmıyorsam müzikal olarak.
KP: Evet.
ÖM: Evet çok teşekkür ederiz. Görüşmek üzere diyelim haftaya, çok teşekkür ederiz.
ÖÖ: Görüşmek üzere.
KP: Görüşmek üzere.
OE: Görüşmek üzere.